31 Ağustos 2014 Pazar

Ateşi Yakalamak - Suzanne Colins



Bugün sizlere Açlık Oyunları serisinin ikinci kitabı olan Ateşi Yakalamak kitabından bahsedeceğim. Biraz gecikmiş olabilirim. Bunun için kusura bakmayın. Bu aralar biraz yoğunum da... Neyse, hikâye kaldığı yerden devam ediyor etmesine de; ilk kitabı okumadıysanız bu yazıyı boşuna okumayın. Yani; derhal blogu terk edin ve ilk kitabı okumadan gelmeyin. Adamın canını sıkmayın burada. Biraz tersim bugün farkındaysanız. Şaka şaka... Neyse, lafı uzatmadan, konusal anlamda bu kitap;

74. Açlık Oyunları'nı kazandıktan sonra Katniss ve Peeta, Panem ülkesinin en yoksul bölgesi olan 12. Mıntıka'ya geri dönmüşlerdir. Panem'de Zafer Turu'na başlamaya hazırlanırlarken bir yandan da kendi aralarındaki sorunları çözmeye çalışmaktadırlar. Katniss, Peeta ve Gale'e karşı olan duygularını tam olarak kendi içinde bile netleştirememişken, Capitol; Peeta ile aşklarını ilan etmeleri konusunda zorlamaktadır. Zafer Turu'nun ilk durağı, ölmeden önce Katniss'in arkadaşı ve müttefiki olan Rue'nun evi olan 11. Mıntıkadır. Seremoni sırasında Katniss ve Peeta 11. Mıntıka halkına kısa bir konuşma yaparlar, konuşmalardan sonra yaşlı bir adamın Katniss ve Rue arasında özel bir işaret hâline dönüşen şekilde ıslık çalması ve diğerlerinin de eşlik etmesi ile ortalık karışır ve isyanın ilk fitili ateşlenir.

Zafer turunun devamında konuşmalara izin verilmez. Peeta 12. Mıntıkaya dönüşlerini takip eden günlerde Capitol'un istediği şekilde evlenme teklifinde bulunur ama diğer mıntıkalardaki isyanların bastırılması mümkün olmamaktadır. 12. Mıntıkada da güvenliği arttırmak amacıyla Barış Gücü görevlileri işleri sıkılaştırır. Katniss, güvenliğin arttırılmasına rağmen mıntıka dışına çıkmaya devam eder ve dışarıda karşılaştığı iki kaçaktan bazı yeni bilgiler edinir. Capitol, yeni bir planla 75. Açlık Oyunlar için daha önceki oyunlara kazanan haraçlardan sağ kalanlar arasından birer haraç seçileceğini duyurur. 12. Mıntıkadan tek haraç Katniss olduğu için yeniden katılmak zorunda kalır, onu korumak adına da Peeta erkek haraç olarak gönüllü olur.

Maceranın tekrar başladığı Ateşi Yakalamak; hem Panem ve diğer mıntıkalar hakkında daha detaylı bilgiler alabildiğimiz, hem Katniss'in iç dünyasına daha yakından bakabildiğimiz, hem de ilk kitapta karşılaşılan büyün rakiplerden daha zorluları ile karşılacakları yeni Açlık Oyunlarının sürpriz sonu ile bizi bir kez daha soluksuz okuyacağımız bir hikâyeyle baş başa bırakıyor. Ateşi Yakalamak sinema filmi de tabii ki var ve ben tabii ki bunu izlemedim. İzlemek isteyenler olursa iyi seyirler diliyorum. Son kitapla karşınıza çıkmak üzere; iyi bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle...


27 Ağustos 2014 Çarşamba

Sözcü Gazetesinin Ayıbı

Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Lice'de Mahsum Korkmaz heykelinin yıkılmasının ardından Sözcü Gazetesi "Vatan Parçalanıyor" başlıklık haberinde "PKK'lilerce yıkılan bir Atatürk heykeli olarak" kullandığı fotoğrafın aslında Ukrayna'da bulunan bir Lenin heykeline ait olduğu ortaya çıkmış. 

Sözcü gazetesinin birinci sayfasından "Devlete Baş Kaldırdılar, Atatürk heykellerini yıktılar" üst başlığıyla verdiği haberinde biri Hakkari'de yıkılan Atatürk büstü olmak üzere yakılıp yıkılmış iki heykel fotoğrafı kullanmıştı.

Ne var ki medyaradar.com'un ortaya çıkardığı bu durumda; ikinci heykel Ukrayna'nın başkenti Kiev'deki Myronivka Şehir Kütüphanesi'nin önünde bulunuyormuş ve eski Sovyetler Birliği ülkelerinde yıkılan birçok Lenin heykelinden biriymiş. 

Sözcü bu heykelin fotoğrafını kullanarak altına da "Çirkin Misilleme. Hainler, terörist heykelinin yıkılmasına karşılık Atatürk büstlerine saldırdı. AKP, işte bunlarla masaya oturuyor" yazmıştı.

Açıkçası, Sözcü gazetesi hedef kitlesini gaza getirmekten ve yobazlığa sürüklemekten başka bir şey yapmıyor bana sorarsanız. Türkiye'de medyanın bu şekilde kullanılıyor olması da komik geliyor. Herkes yönüne göre gazete okuyorsa böyle durumlara şaşırmamak lazım. Sözcü okurları da ne yapsın; bunların arkasına sığınıp bir vizyon çiziyorlar. Yazık... Ne diyeyim? 

26 Ağustos 2014 Salı

Açlık Oyunları - Suzanne Collins



Bugün sizlere önereceğim kitabın adı; Açlık Oyunları. Bu kitabı şu an okuduğum için o kadar pişmanım ki... Bana neredeyse bütün arkadaşlarım bu kitabı önermişlerdir. Ama gelin görün ki ben bu kitabı yıllar sonra ancak okuyabildim. Öncelikle kitabın yazarından ve sonra da konusundan bahsedeceğim. Kitabın yazarı, Amerikalı yazar Suzanne Collins. Roman 2008'de yayımlanmıştı. Collins, televizyonda zap yaptığı sırada, bir kanalda reality show'da insanların birbirleriyle yarışmasına bakarken, diğerinde de Irak'ın işgalinin görüntülerini izliyormuş. Bir anda iki görüntü de rahatsız edici bir şekilde bulanıklaşmaya başlamış ve o an aklına kitabı yazma fikri gelmiş.
Çok ilginç değil mi? Neyse... Hikâyenin temelini Yunan mitolojisindeki Theseus oluşturuyor. (Theseus mitolojide Atina'nın efsana kralıdır) Collins, ana karakter Katniss'i fütüristik bir Theseus olarak tasarlamış ve hikâyeyi de Roma gladyatör oyunlarından esinlenerek yazmış. Konusal anlamda ise;

Roman, uzak ve belli olmayan bir gelecekte Kuzey Amerika'da kıyamet sonrası kurulmuş Panem'de yaşayan 16 yaşındaki Katniss Everdeen'in ağzından anlatılmaktadır. Halk, gelişmiş bir şehir olan Capitol tarafından yönetilmektedir. "Açlık Oyunları" her yıl ülkenin on iki mıntıkasından seçilen 12-18 yaş arası bir kız ve erkeğin tek kişi kalana kadar savaştığı bir televizyon programıdır. Katniss 12. mıntıkanın dikiş adı verilen fakir bir bölümünde 12 yaşındaki kardeşi Prim ve annesi ile yaşamaktadır. Babası kömür madeninde hayatını kaybettiğinden ve annesi eşini kaybetmenin üzüntüsü ile pek kendinde olmadığından evin geçimini Katniss yasak bölgede avlanarak ve avladıklarını değiş tokuş yaparak sağlamaktadır. Katniss'e ormanda avlanırken kendisinden birkaç yaş büyük olan Gale yardım etmektedir.

Açlık oyunlarının kurallarına göre; her mıntıka ayaklanmalara karşı bir ceza olarak, haraç olarak adlandırılan, birer kız ve erkek evladını oyunlar için vermek zorundadır. Toplam yirmi dört haraç, olası bütün zor koşullar düşünülerek geniş bir açık hava arenasına hapsedilmektedir. Birkaç haftalık süre boyunca yarışmacıların ölümüne mücadele vermesi gerekmektedir. Ayakta kalmayı başaran son mıntıka galip sayılır. Bütün oyun halk tarafından canlı olarak seyredilir. İnsanlar açlıkla mücadeler ettikleri için bu kuraya 1 mozaik taşı karşılığı adlarını yazdırmaktadırlar. Bu taşlar bir ailenin bir yıllık tahıl ihtiyacını karşılar. Prim bu sene ilk defa kuraya girmesine rağmen kuradan ismi çıkar. Katniss kardeşinin ölüme gitmemesi için onun yerine aday olur. Erkeklerden ise fırıncının oğlu Peeta seçilir. 12. mıntıkanın iki yarışmacısının koçluğunu ise 12. mıntıkadan daha önce yarışmayı kazanan ayyaş Haymitch yapacaktır.

Bu kitap, sinemaya da uyarlanmış. Hatta yüksek gişe başarısı elde etmiş. Ama ben kitabın yerini tutmayacağını düşündüğüm için izlemek istemiyorum. Roman, harika kurgulanmış. Elimden bırakamadım. Keşke hiç bitmeseydi dedim. Ama biliyorsunuz seri 3 kitaptan oluşuyor. Diğerlerini alıp okuduktan sonra sizinle hemen paylaşacağım. Benim yaşadığım pişmanlığı yaşamak istemiyorsanız, bu kitabı alıp hemen okuyun...




25 Ağustos 2014 Pazartesi

Paul Auster - Timbuktu



Bugün sizlere önereceğim kitabın adı; Timbuktu. Bu adamın adını hep duyuyordum ama kitaplarını okumak nasip olmamıştı. Öncelik olarak Paul Auster hakkında biraz araştırma yaptıktan sonra bu kitabı okudum. Auster, 1947 doğumlu çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak temsilcilerinden birisiymiş. Yazı yazmaya 12 yaşında başlamış. Columbia Üniversitesinde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okumuş. Şairlik, çevirmenlik, deneme ve senaryo yazarlığı yapmış. Paul Auster'in bir özelliği de tüm kitaplarında kendinden bir şeyler olmasıymış. Auster'i kısaca tanıdıktan sonra kitabı hakkında biraz konuşalım. Kitabı okurken hiç sıkılmadım. Yani benim en çok dikkat ettiğim şey olan dilin akıcılığı gayet güzel kullanılmış. Konusal anlamda ise;

Romanın iki kahramanı var; biri evsiz-barksız, sarhoş, yarı-deli Willy, öbürü de kendi insanlığımız konusunda ondan pek çok şey ögreneceğimiz bir köpek. Kemik Bey. Bir köpeğin gözünden, onun düşüncelerine girerek dünyayı, yaşamı, insan ilişkilerini işleyen Paul Auster, kimi yerde eğlendirici, kimi yerde de trajik ve hüzünlü bir anlatımla ve dili güzel kullanımı ile, sözcüklere yüklediği enerjiyle, yalın ama yoğun anlatımıyla bizi kendimizle yüz yüze getiriyor. Yaşamlarımızın, ilkelerimizin kimi zaman nasıl da çürük ve dayanıksız temellere oturduğunu kanıtlarken, belleğimizin derinlere gömdüğümüz eski ve kalıcı değerleri günümüzün hızlı ve acımasız akışı içinde nasıl da unuttuğumuzu nostaljik yolculuklarla anımsatıyor. Willy ile Kemik Bey'in, yaşamın son durağı olan Timbuktu'ya doğru çıktıkları yolculuğu, yaşam felsefesini yansıtan bir izlek gibi kullanan Paul Auster, bence bu kitabına da katmış kendisini. Willy'de olduğu kadar, Kemik Bey'de de ondan izler bulmak olası bana sorarsanız. Yazar, bizi insan türünün çerçevesi dışına çıkararak, kendimizi yepyeni bir gözle bakmamızı sağlıyor. Ve bizi bir büyünün içerisine sokuyor. Bir köpeğin gözünden kendimize ulaşmak... Son olarak söyleyeceğim şey, bu kitap Paul Auster'i tanımak için güzel bir kitap. Şimdiden keyifli okumalar...


22 Ağustos 2014 Cuma

Ametist Taşı


Bugün sizlere anlatacağım şey, Ametist Taşı. Bu taşı merak etme sebebim çok sevdiğim bir arkadaşımın bana bilekliğini hediye etmiş olması. Ben bilekliğin özelliklerine falan bakarken şok oldum diyebilirim. Bileğimden çıkarmam o derece yani. Bu taştan biraz bahsedeyim. Yapısal olarak;
Şifa bakımından en güçlü taşlardan olan ametist, değerli taş sevenler içinde en gözde taşlardan birisidir. Kuvars ailesinden mor ya da mavi-mor renkli bir taştır. Ona bu rengi verenin, içinde bulunan demir olduğu düşünülmektedir. Renkleri gün ışığında değişen bazı ametistler, gerçek renklerine ancak röntgen ışınları altında kavuşabilirler. Asırlar boyunca, değişik uygarlıklarda sevgi ve beğeniyle kullanılmış, Asya ve Mısır'da mühür olarak değer kazanmıştır. 

Eski çağlarda "sarhoşluğu yok eden taş" olarak bilinirdi. O zamanlarda kadeh, çanak, kap gibi şeylerin bir çoğu bu taştan yapılmaktaydı. Benim en çok ilgimi çeken kısma geldik. Ametist astrolojide başak, oğlak, kova ve balık burcu insanının taşı olarak bilinir. Ben başak burcu olduğum için arkadaşım böyle bir hediye almış. Çok şaşırdım bu duruma. Ametist taşının faydaları saymakla bitmez ama ben en çok dikkatimi çekenleri sizinle paylaşmak istiyorum. Bunlar;

-Negatif elektrik yükü taşıdığından dolayı; bedendeki fazla elektrik yükünü azaltarak beyin gücünü yükseltir.
-Bulunduğu çevredeki olumsuz enerjileri temizleyip pozitif enerjiye dönüştürür.
-Depresyona karşı faydalıdır.
-Düşman tavırlı insanların arasında bulunacağınız zamanlarda bu taşı üzerinizde bulundurmaya gayret edin. Böylece sadece pozitif enerji alacağınızdan emin olabilirsiniz.
-Kişiye iç huzur vererek karar verme yeteneğini güçlendirir.

Son olarak söyleyeceğim ve bana en garip geleni, taşın orjinal rengi mor. Fakat taş topladığı negatif enerjiden dolayı renk değiştirip siyaha dönüşüyormuş. Üzerinizde ne kadar fazla kötü enerji, nazar, olumsuzluk varsa bu dönüşümün süresi o kadar azalıyormuş. Mor rengine tekrar kavuşması içinde iki haftada bir tuzlu suya koyulması gerekiyormuş. Arkadaşıma hediyesi için teşekkür ederek bu taşla ilgili blogumu bitiriyorum.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Jean Christophe Grangê - Sisle Gelen Yolcu



Bugün sizlere önereceğim kitabın adı; Sisle Gelen Yolcu. Bu yazarı, bir kız arkadaşım tavsiye etmişti. İyi ki de etmiş... "Kaiken" kitabı oldukça iyiydi. Sonrasında ben yine modası geçen bu kitabı alıp okumak istedim. Bu tür romanlar yazan ve akıcı bir dile sahip olan yazarlar benim için her zaman favori olmuştur. 680 sayfalık bu roman "tuğla" gibi görünse de, bir çırpıda okuyabileceğiniz cinsten korkmayın. Bir spoiler vermek zorundayım. Kitabın finalinde hayal kırıklığına uğradım. Ama konusal anlamda tavsiye edeceğim sayılı romanlardan birisi. Konusal anlamda ise;

Mathias Freire yoğun bir çalışma temposuna sahip, sosyal hayatına fazla önem vermeyen işkolik bir psikiyatrdır. Çalıştığı hastanede rutin işlerine devam ederken, bir gün hafıza kaybı yaşayan bir hasta getirirler. Kim olduğunu hatırlamayan bu hasta, aynı zamanda bir cinayet mahallinin yakınlarında bulunmuştur. Cinayetle bir ilgisi bulunması ihtimaline karşın, cinayet soruşturmasını yürüten Komiser Anais Chatelet tarafından sorgulanmak ister. 

Anais Chateler zengin bir ailenin züppe kız çocuğu tanımlamasına uyarken, babasının geçmişi ile ilgili bazı bilgiler açığa çıkınca ailesinden uzaklaşır. Suçlularla savaşmak adına girdiği akademiden başarıyla ayrılır ve ilk ciddi cinayet davasıyla baş başa kalır. Kendine göre bir ekip kurduktan sonra cinayet mahalline gider. Yunan mitolojisine özgü "Minotauros" (öküz başlı insan) şeklinde bir cesetle karşılaşır. Cinayetle ilgili ellerinde çok fazla veri olmasa da, aynı saatlerde oralarda bulunan ve hafıza kaybı yaşayan kişiyle görüşmek gerekmektedir.

Zamanla hafızası geri gelen ya da öyle olduğunu zanneden Pascal Mischell ve Freire bir kaç görüşme yaparlar. Freire tesadüfen hastanın gerçek kimliğini öğrenir ve ailesiyle iletişime geçer. Hatta polisten gizlice ailesinin yanına götürür. Ancak sonrasında Mischell ve ailesinin başına istenmeyen durumlar gelir. Hatta olay anında orada bulunan Freire bile ölümün kıyısından döner. Özellikle bu olay sonrasında kendi kimliği ile ilgili de bazı şüphelere düşen Freire, geçmişini araştırmaya başladığında şok edici gerçeklerle karşılaşır. 

Bu arada Chatelet ve ekibi ise Freire ve Mischell'in peşine düştüklerinde, Minotauros cinayetinin aslında çok karmaşık bir olaylar zincirinin anahtarı olduğunu göreceklerdir. Freire ile sıradışı bir yakınlık içine giren Chatelet ise onun yanında mı yoksa karşısında mı olması gerektiği ile ilgili çelişkiler yaşamaktadır. 

Roman, 5 bölümden oluşuyor. Grange'in kitaplarına yeni başlamış biri olarak söyleyeceğim şey, bu adam polisiye ve gerilim öğelerini kullanmayı çok seviyor. Bu romanda Romantizm dozunu oldukça düşük tutmuş. Kahramanımızın geçmişine doğru çok bilinmeyenli bir yolculuk yapıyor. Yani kahramana çok bağlanmayın. Kahramana yakınlık hissettikten sonra, bir anda her şey tersine dönebilir. Son olarak söylemem gereken şey ise, Anais sıradan bir kadın değil, sıradan bir polis hiç değil. Oldukça inatçı ve güçlü bir yapıya sahip olsa da, zaafları ile de bizi şaşırtıyor. Sadece Freire'nin değil, Anais'in de geçmişine yolculuklar yapacaksınız ve hikâyenin sürükleyiciliğine kendinizi bırakacaksınız.




19 Ağustos 2014 Salı

Dan Brown - Cehennem


Sizlere bugün önereceğim kitabın adı, Cehennem. Ve yine modası geçmiş olan bu kitabı sizinle şu an paylaşıyor olmam... Ama Dan Brown'un kitap yorumlarını okumuş birisi olarak bu kitabın en iyi kitabı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu adamın bu kitabını merak ediyor olma sebebim de şu içerisinde geçen "İstanbul" tasviri. Dan Brown konusunda okuduklarımdan; adam semboller konusundaki uzmanlığını, tarih ve din konusundaki araştırmacılığını yine harika şekilde kullanmış. Bu kitabında Dante'ye atıflarda bulunduğu o kadar çok bölüm var ki, Brown adeta; İtalyan yazarı ezberlemiş diyebilirim. Brown'un kendinden izler taşıdığı söylenen kahramanı Robert Langdon yine başrolde yer alıyor. Konusal anlamda;

Harvard Üniversitesinde profesör olan akademisyen Langdon uzun süren bir baygınlık sonrası uyandığında, kendisini en son bulunduğu okul kampüsünden kilometrelerce uzakta, İtalya Floransa'da buluyor. Üstelik aslında bir saldırıya uğradığını ve birkaç gündür aslında Floransa'da bulunduğunu öğreniyor. Gözlerini açtığında kendini bulduğu hastane yatağında kendisiyle ilgilenen doktorlar saldırıdan dolayı kısa süreli bir hafıza kaybı yaşamış olabileceğini ve dinlenmesi gerektiğini söylerler. Ancak peşindeki kötü adamlar onun kendine gelmesine izin vermezler. Önce hastanede bir saldırıya uğrayan Langdon, Doktor Sienna Brooks'un yardımıyla kaçmayı başarır. Sienna onu kendine evine getirdiğinde, Langdon kendisine koruma sağlayabileceğini düşündüğü büyük elçiliği arama fırsatı bulur. Sienna'nın evinde geçirdiği zaman diliminde Sienna ve geçmişi hakkında da ilginç bilgiler öğrenir. Dahi çocuk olarak nitelendirilebilecek Sienna, geçmişinden uzaklaşabilmek için İtalya'ya yerleşmiştir. Sienna'nın evine de erişim sağlayan kötü adamlar ikiliyi uzun soluklu bir maceraya sürüklerler. Bir yandan son iki günde yaşadıklarını ve İtalya'ya nasıl ve neden geldiğini öğrenmeye çalışan Langdon, bir yandan da kötü adamlardan kaçmaya çalışmaktadır. Kaçışında ve izleri takip etmekte kendisine oldukça destek olan Sienna ile samimiyetini ilerleten Langdon, Floransa'da Dante'nin İlahi Komedyası ve özellikle Cehennem bölümü sayesinde takibini hızlandırıyor. Öte yandan Konsorsiyum olarak adlandırılan bir ekip Langdon ile olayları yakından takip ederken, Dünya Sağlık Örgütünün başındaki Elisabeth Sinskey ile gizemli bilim adamı Bertrand Zobrist de olaylara dahil oluyor.

Sonuç olarak söyleceklerim, kuşkusuz kitabın son bölümlerinin İstanbul'da geçmesi benim gibi Türk okuyucuların dikkatini çekmişti. Ancak ben beklediğim o tasvirde doyuma ulaşamadım. Hayal ettiğim gibi olmadı. Yani siz de "İstanbul tasviri" ile ilgili fazla hayal kurmayın. Ama benim en çok dikkat ettiğim Dan Brown'un inanılmaz akıcı bir dili var. Bu konuda kimse eline su dökemez o derece. Hakkını vermem lazım. Bir çırpıda okuyup bitereceğiniz kitaplardan birisi.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Prison Break Dizisi


Bugün size önereceğim dizinin adı; Prison Break. Dizi "2005" yapımı bir dizi biliyorum. Ama kesinlikle yabancı dizi severlerin izlemeden ölmemesi gerektiğini söylüyorum. Bu dizi gerçekten oyunculuklarıyla ve hikâyesiyle beni alıp götürmüştü. Abartısız 10 kere izlemiştim. Ama her izlediğimde ilk izlediğim heyecanı vermişti. Bu arada hikâyesi Paul Scheuring tarafından yazılmış. Basit bir 'hapishane dizisi' ön yargısını kırmayı başaran bu dizinin beni bu kadar etkileme nedeni, dizinin bana bir şeyler öğretmiş olması. Hatta bu diziyi izlediğim de her öğrendiğim şeyi not almıştım. Dizi replikleri de unutulmayacak cinsten.

Dizinin başrollerinde Wentworth Miller, Dominic Purcell, Sarah Wayne Callies, Amaury Nolasco yer alıyor. Yaklaşık 42 ülkede yayınlanan 22 bölümlük ilk sezon, ABD'de 29 Ağustos 2005 tarihinde Fox kanalında gösterilmeye başlanmıştı. Türkiye'de CNBC-e kanalı tarafından yayınlanmıştı. Sezon finali Türkiye'de 15 Mayıs 2006 tarihinde yayınlanan ikinci sezonu, 1 Mart 2007 tarihinde CNBC-e ekranlarına geri dönmüştü. Aynı sezon, 26 Temmuz 2007 tarihinde Sona bölümü ile sona ermişti. 3. sezon 17 Eylül 2007'de başlamış ve 22 bölüm çekileceği planlanmasına rağmen Amerikan Senaryo Yazarları Birliği'nin grevinden dolayı sadece 13 bölüm çekilebilmişti. Bugüne kadar 3 sezon boyunca toplam 57 bölüm yayınlanmıştı. 4. sezon ise Amerika'da 1 Eylül 2008'de başlamış ve 1 Aralık itibariyle 12. bölümü yayınlanmıştı. 4. sezonun finali aynı zamanda dizinin finali olacağını açıklanmıştı. 15 Mayıs 2009 itibariyle dizi final bölümü ile ekranlara veda etmişti. 4. sezon Final bölümündeki şaşırtıcı sonu açıklamak için yapımcılar tarafından 2 özel bölümlük DVD çıkarmıştı. Adı ise Prison Break:The Final Break ismiyle satışa sunulmuştu. Dizi 9 Haziran 2009 tarihinde ilk bölümünden itibaren Star TV kanalında "Büyük Kaçış" adıyla Türkçe dublaj ile gösterime girmişti. Michael Scofiel'ı Murat Şen, Lincoln Burrows'u Erol Eren seslendirmişti. Ama size tavsiyem Türkçe dublajını izlemeyin. Bu diziyi tek solukta izleyeceksiniz. Diğer bölüm, bir diğer bölüm derken bir bakmışsınız sezon bitmiş. Farkındaysanız konusunu hiç anlatmadım bile. Çünkü bu dizi anlatılmaz, izlenir...

15 Ağustos 2014 Cuma

Grinin Elli Tonu


Okusam mı okumasam mı diye kendimi zor tuttuğum bu kitabı sonunda bitirdim. Dürüst olmak gerekirse "erotizm" konusunda bir vizyona sahip olduğumu düşünürsek bu kitabı okumam gayet doğal. Son birkaç yıldır en çok satan listelerinden çıkmayan E.L James kitapları ve Grinin Elli Tonu, benim dikkatimi çekmeyi başarmıştı ama yine ben bu kitabı modası geçince okumayı seçtim. Popüler kültürde daha önce bu boyutta pek fazla detay cinsellik, üstüne bir de sado mazoşist öğeleri bolca içeren başka bir kitap hatırlamıyorum. Ülkemizde cinsellik bir tabu olduğu için bu tür yayınlar ilgi görüyor diye düşünsem de, tüm dünyada erotik filmler, hikâyeler ve romanlar belli bir kalitede olduğu sürece küresel başarı yakalayabiliyor. 
Konusal anlamda ise;
aslında hikâye tamamen Christian Grey ve Anastasia Steele'in tutku dolu aşkı üzerine kurulmuş ve o çerçevede ilerliyor. Hikâyenin en ilgi çekici yönü ise Christian Grey'in sado mazoşist tutkuları olması ve Ana ile ilişkisinde bu tutkusunu sürdürmek istemesi. Muhtemelen binlerce kez işlenmiş, klasik zengin oğlan fakir kızı elde hikâyesi, günümüz koşullarına uygun şekilde yine karşımızı çıkıyor. Ana'nın en yakın arkadaşı Kate'in binbir zorlukla ayarladığı Christian Grey röportajını Ana yapmak zorundadır. Hakkında hiçbir şey bilmediği bu adamla tanışması bile daha önce doğru düzgün bir ilişki yaşamamış Ana için yeterince etkileyici olmuştur. Ancak o gün ve ilerleyen günlerde Grey'in kendisine yakın davranışları ve neredeyse kur yapması Ana'yı çok şaşırtır. Böyle bir adamın kendisiyle ne işi olacağına doğal olarak şaşırır Ana. Ancak görüşmeler sıklaştıkça iyice açığa çıkar ki, Grey Ana'ya gerçekten ilgi duymaktadır. Ana ise kendisine bile itiraf etmekte zorlansa da hayatında ilk kez aşık olmuştur. Ancak ilişkilerinin başlarında Grey, Ana'nın önüne bir anlaşma koyar ve bu ilişki eğer var olacaksa anlaşmadaki kurallara göre olmalıdır. Çoğu Ana'nın üzerinde uygulayacağı sado mazoşist eylemleri içeren bu kurallar bir yandan Ana'nın gözünü korkuturken diğer yandan Grey'in çekiminden çıkamamaktadır. Grey ise hem Ana'yı hayatında özel bir yere koyar hem de kendi koyduğu kurallardan bile gerekirse feragat eder.
E.L. James kuşkusu çok tutkulu ve akıcı bir dille okuyucuyu mest ederken, aynı zamanda bir kısır döngü içinden çıkamıyor. Açıkcası kitaba çok istekli başladım. Ancak kitabın özellikle ikici yarısından itibaren bir tekrar edilmişlik moduna başladığımı hissettim. Bir an önce bitsin istedim yani. Gereksiz uzatılmış bir roman. Bildiğiniz üzere kitap 3 seriden oluşuyor. Ama ben devamını şuan okumayı düşünmüyorum. Sonuç olarak, dünya çapında bu kadar ilgi gören bir kitap serisinin, film yapımcılarının dikkatinden kaçması mümkün değil. 2015 yılında gösterime gireceği açıklanan filmin fragmanı yayınlandı. Grey rolü için Jamie Dornan seçilmiş. Ana rolü için Dakota Johnson. Merak ediyorum, film kitaptan başarılı olabilir mi?

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Kaiken - Jean Christophe Grangê



Bugün size önereceğim kitabın adı; Kaiken. İsminde bile bir illüzyon var değil mi?

Bu adamın adını tüm arkadaşlarımdan duyduğum için alıp okumak istedim. Ben de popüler olan şeyleri hep en son okuyan veya izleyen biri olduğum için bu kitabı şimdi okumama kızmayın. Ama bu yazar, insanı kafein bağımlısı yapar. Ki zaten beni yaptı da... Yahu kitabı bir solukta bitirmek için 9 bardak kahve içtim. Hatta yine bir benzetme yapayım bu kitapla ilgili. Hani çekirdek alırsın da bitmeden bırakamazsın ya. Heh bu adamın bu kitabı böyle bir kitap. Yazar Fransız, ama bu kitabında Japon kültürünü harika şekilde anlatmış ve kendi kültürüyle bağdaştırmış. Son olarak söyleyeceğim şey, konu insan öldüren bir katil bile olsa bu yazar, öyle betimlemeler yapmış ki ölümden zevk aldığınızı falan düşünebilirsiniz o derece. Konusal olarak;

Baş komiser Olivier Passan, Japon karısı Naoko'yla boşanmanın eşiğindedir. Bu arada Fransa'nın Seine-Saint-Denis ilinde vahşi cinayetler işlenmektedir. Katil, hamile kadınların karınlarını yarıp çıkardığı "fetus"leri yakmaktadır. Bu arada fetus: üçüncü gebelik ayı başından doğuma kadar ki devre içinde ana rahmindeki canlıya verilen addır (Vikipedi) Passan bu cinayetleri Patrick Guillard adında bir adamın işlediğinden emindir ama Guillard her seferinde onun elinden kurtulur. 


Passan, Guillard hakkında derin bir araştırma yapar. Patrick Guillard'ın, anne babasının reddettiği, Çocuk Esirgeme Kurumu'nun yurtlarında koruyucu ailelerin yanında büyümüş sorunlu bir çocuk ve doğuştan "hermafrodit" olduğunu keşfeder. Bu arada hermafrodit mitolojik bir kavram ama ben size kısaca tanım olarak söyleyeyim. Hem erkek hem dişi üreme organı bulunduran kişiye verilen addır. Cinsiyetini seçme yaşına gelmeden, ameliyatlarla testesteron iğneleriyle erkek olmasına karar verildiğini anlar. Bir kaçıp kovalamaca Passan'ın hayatını değiştirecek ve olaylar hiç de beklenmedik bir yönde gelişecektir.


Polisiye gerilim üstadı benim için artık Jean Christophe Grangê.


Son olarak kitaba adını veren "Kaiken" ne demek diye sorabilirsiniz. Hemen onu da söyleyeyim. Japon kültürüne ait bir tür hançer diyebiliriz. Genelde 8-10 cm uzunluğunda olan Kaiken, samuray kültürüne özgü bir silah. Özellikle yeni evlenen kadın samuraylar çeyiz niyetine muhakkak bir Kaiken götürürlermiş.



12 Ağustos 2014 Salı

Tanrı'nın Kitabı (The Book Of Eli)


Bugün size önereceğim filmin adı; Tanrı'nın Kitabı. Ve tabii ki önermemin nedeni Denzel Washington. Hatta bu adama yakıştırdığım tek film bu diyebilirim. Film 2010 yapımı ABD filmi. Konusal anlamda ise; güneş patlaması sonrası, kavrulmuş dünyada sağ kalanların yaşam mücadelesinde, Eli (Denzel Washington) adlı bir adamın yok olmanın eşiğine gelen insanlığı kurtaracak olan bir kitabı koruma mücadelesini anlatıyor. Ama hâkikaten adam süper bir oyunculuk yapmış. Çekimler için New Mexico'nun seçilmesi bu film için için süper bir avantaj olmuş. Basit bir Amerikan yapımı demediğim için bu filmi size öneriyorum. Şimdiden iyi seyirler diliyorum.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Küçük Mucizeler Dükkanı - Debbie Macomber


Bugün, sizlere önereceğim kitabın adı; Küçük Mucizeler Dükkanı.
Öncelikle söylemek istediğim şey ise, bu yazarın romanlarından erkekler uzak dursun. Ben de okurken bunun farkına vardım ama kitabın akıcı dili sayesinde diyebilirim. Ve tabii ki "kanser" hastalığını konusal olarak işliyor olması. Macomber'in tarzı daha çok yeşeren umutlara yönelik. Kişisel gelişim romanlarıyla "Maeve Binchy" yazarına benziyor diyebilirim. Ama Macomber mi, Maeve mi? derseniz; bence Maeve. Farkındaysanız yazarı biraz eleştirdim ama kitabı öneriyorum. Dediğim gibi beni çeken tek şey, yazarın akıcı dili ve konusu. Konusal anlamda ise;
baş karakterimiz, çocukluğunda ve gençliğinde iki defa kanser hastalığını atlatmış ve otuzlu yaşlarında tekrar hayata tutunmaya çalışan Lydia Hoffman. Hastalığı döneminde en büyük desteği aldığı babasını kaybettikten sonra, örgü örme tutkusunu ticarete dökmek adına bir örgü ipliği dükkanı açar. Hiçbir zaman destek görmediği kız kardeşi Margaret bu konuda da kardeşini eleştirmektedir. Müşteri portföyünü genişletmek adına örgü kursu açma fikriyle birlikte üç yeni arkadaş edinir. Çocuk sahibi olma isteğiyle yanıp tutuşan Carol, zengin ve kibirli olması dışında hayatta en sevdiği insan olan oğluna layık bir eş olmadığını düşündüğü gelininden nefret eden Jacqueline ve telafi etmeyi planlayan aykırı tipte ve karakterdeki Alex.

Bu dörtlünün hayatındaki olumsuz ve olumlu bir çok gelişmeye tanık olacağınız bu kitabı her ne kadar çok beğenemesem de kadın okuyucuların hoşlanabileceğini düşünüyorum. Çünkü basit bir dille akıcı şekilde ilerleyen hikâyeler mevcut. Kitapta benim özellikle en sıkıldığım konu ise karakterlerin durumları hakkında verilen gereksiz tasvirler. Yani evirip çevirip aynı şeyleri okuduğunuzu düşünün. Lydia'anın ablasından ne kadar rahatsız olduğunu ve Carol'un çocuk isteğini o kadar sık tekrarlıyor ki, belki karakterlerin zihnimizde yeterince oturmasını istiyor fakat okuyucuyu küçümsemeye dönüştürüyor. Son olarak; bu kitap Tumblr'da paylaşılmak için ideal bir kitap. Zaten paylaştığım fotoğraf da Tumblr'dan alıntı...

8 Ağustos 2014 Cuma

Zach Sobiech - When faced with months to live, How do you say goodbye?


Babamı kanser hastalığından kaybettiğim için "kanser" ile ilgili konularda algıda seçiçilik yapıyorum. Şimdi ise size içerisinde "kanser" konusu olan ve çok etkilendiğim bir hayat hikâyesinden bahsetmek istiyorum. Fotoğrafta gördüğünüz kişinin adı Zach Sobiech. Bilmeyenleriniz için, henüz 17 yaşındayken tedavisi olmayan bir kemik kanserine yakalanır ve bir aylık bir ömrü kaldığını öğrenir. Bütün bu olanlara rağmen Zach hayata "Carpe Diem" der ve "Clouds" adlı bir şarkı besteler. Zach bu şarkıyla gerçekten hatırlanmak ister ki zaten öyle de olur. Bugünlerde ise şarkısı iTunes üzerinden satılıyor ve kendisi gibi kanser olan kişilerin tedavilerinde harcanıyor. Hayatın gerçek problemlerini görünce; günlük şımarıklıklarım ve mutsuzluklarım geliyor aklıma. Kendime çok kızıyorum. Aslında mutlu olabilmek için o kadar çok şeye sahibiz ki... Yapmamız gereken tek şey ise, farkına varmak. Ama bizim farkına varmak gibi bir özelliğimiz yok. Zach'in şarkısı ile ilgili ne kadar güzel şeyler anlattığını ufak bir kısımla özetleyeyim.
"We will go up but I will fly little more higher"
"If I had only a little more time with you"

Bu sözler her şeyi anlatmak için yetiyor bence.
Sonuç olarak söyleyeceğim ise; şu dünyaya adım atmış en güçlü, en yürekli, en iyi insanlardan biri Zach. Böyle güzel insanlar için "o artık yok" demek çok üzüyor beni. İster tanıdığımız biri olsun, ister tanımadığımız... Hiç fark etmiyor. Kendisi için hazırlanan videosunda "beni hatırlamalarını istiyorum" demişti. Bıraktığı bu muhteşem şarkı; ve hepimize verdiği bu ders unutulacak gibi değil. Ne dersi?
Videosunu defalarca izlediğimde kendime bakıyorum ve yine kendime kızıyorum. Ne kadar da boktan şeylere takılıp kalıyorum diyorum. Etrafımdakileri üzüyorum, onlar yüzünden üzülüyorum. Ne için? Hiç... Bir sonraki gününü göreceğimize dair hiçbir garantimiz olmayan bir hayat bu. Ama bize genelde sonsuz olacakmış gibi gelen ve daha çok acımasızlığını, adaletsizliğini gördüğümüz bir hayat. Zach gibi olabilsek keşke... Daha çok güzelliklerini görebilsek, ölümün bir adım ötede olabileceğini bile bile hiç durmadan gülsek, sevsek, umudumuzu kaybetmesek.
Ve Zach'in efsane olan şarkısı:


7 Ağustos 2014 Perşembe

Aynı Yıldızın Altında - John Green



Sizlere bugün önereceğim kitap; John Green'in "Aynı Yıldızın Altında" adlı eseri.
Tek kelimeyle kitap beni alıp başka bir yerlere götürdü. Çünkü kitabın işlediği konu; kanser. Bu yüzden John Green'e böyle bir eser bıraktığı için sonsuz teşekkür ederim.

Bu kitap; Pegasus yayınlarının 2013 basımı ve Çiçek Eriş'in Türkçe çevirisiyle karşımıza çıkmıştır. Dediğim gibi kitap bir kanser hikâyesi anlatıyor. Aslında bir değil birden fazla kanser hikâyesini içinde barındıyor diyelim. Aslında benim bu kitabı okurken hüngür hüngür ağlamam gerekiyordu fakat; yazar dili ve karakterler arası kullandığı esprili diyaloglar ile bu dramın altından oldukça eğlenceli bir roman çıkarmış. Konusal anlamda ise;
Hazel Grace Lancaster, 17 yaşında kanser hastası genç bir kızdır. Aslında troit kanseri olmasına rağmen ciğerlerine yerleşmiş bir metastaz nedeniyle zorlu bir hayat sürdürmektedir. Bu arada metastaz "kanser hücrelerinin yayılma alanı" anlamına gelir. Annesinin iteklemesiyle destek grubu toplantılarına katılan Hazel oradaki sıradan insanların genel fenotipinin dışında bir karakterle tanışıyor. Arkadaşına destek olmak için tesadüfen toplantıda bulunan Augustus Waters, bir kaç yıl önce yakalandığı Osteosarkoma (kemik kanseri) nedeniyle bir bacağını kaybetmiş uzun boylu ve yakışıklı bir genç. 
Kısa sürede arkadaş olan ikili birbirlerine yakınlaşmakta da gecikmiyorlar. O sıralarda en sevdiği kitabı defalarca okumaktan bıkmayan Hazel, erkek arkadaşına da bu kitabı tavsiye etmekten geri kalmıyor. İkisinin de hemfikir olduğu durum ise kitabın verdiği yarım kalmışlık duygusu. Bu konuda neler yapabileceklerini araştıran Waters, kız arkadaşına güzel bir sürpriz hazırlıyor. Ancak önlerinde o kadar çok engel var ki, kitabın her bir sayfasında sağlığınızın kıymetini bilmekle ilgili bin bir türlü nasihat türetiyorsunuz kendi kendinize.
Sonuç olarak, bu kitap sizi hem gülümsetip hem ağlatacak. Bu kitabın filmi de var, ama ben izlemedim. Çünkü bu kitaptan soğumak istemiyorum.

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Gazap Ateşi



Öncelikle söylemem gereken şey, Denzel Washington'u sevmeyenler bu filmi izlemesin. Yani filmden keyif almanız için karakteri sevmelisiniz. Ki ben bu adamı sevdiğim için size 2004 yapımı bu filmini öneriyorum. Hatta John Creasy karakterindeki Denzel Washington'un küçük kızla kurduğu bağ beni ağlattı. Siz belki bu kadar duygusal yaklaşmayabilirsiniz. Ama yine de buna hazır olun istedim. Konusal anlamda ise;

John Creasy (Denzel Washington) zamnında çalıştığı işini bırakmış, CIA'deki işinden insan öldürmüş olduğu için kendisine de kızgındır ve kendisi için artık hayatın bir önemi yoktur. Bir gün eski arkadaşı Paul Rayburn (Christopher Walken) ile görüşür. Rayburn ona bir korumalık işini teklif edince, Creasy bunu kabul eder. Çünkü artık çocuk kaçırma olayları çok ilerlemiştir. Ve bu çocukların büyük kısmı hayatını kaybetmektedir.


New Mexico'da kendisi gibi bir korumaya ihtiyacı olan aileyle görüşür ve anlaşırlar. Artık ailenin tek çocuğu olan 9 yaşındaki küçük kız Pita (Dakota Fanning), John'un korumalığı altındadır. İlk günde kendisini öldürmek bile istese de yine depresyondan yavaş yavaş çıkmaya başlar. İşinin ilk gününde Pita'yı pek sevmez, Pita John'la arkadaş olmak istemektedir ve bunun için ona geçmişi ile bazı sorular sormaktadır. Buna John sinirlenince, Pita'da biraz Creasy'den uzaklaşır. Ancak bu olay sadece ilk günü kapsar. Geçen günlerde, ki özellikle ailenin iş gezisinde olduğu zamanlarda Creasy Pita'ya çok yardımda bulunur ve arkadaş olurlar. Hatta çok uzun bir zaman içinde gülmeyen Creasy'i Pita güldürmeyi başarmıştır. Pita'nın yüzme yarışında en fazla üçüncü olduğunu gören John, Pita'yı yüzme konusunda eğitir ve Pita birinci olur. John, bir gün Pita'yı müzik öğretmeninin yanına getirirken vurulur ve Pita kaçırılır. Creasy, Pita için tekrar adam öldürmeye ve hayatından bile vazgeçmeye hazırdır ancak olayları araştırdıkça işin içinde olan sürpriz insanlarla karşılaşmasına az kalmıştır.

Sonuç olarak söyleyebileceğim şey ise, film aksiyon dolu fakar bir o kadar da sizi duygusallığa itebilir. Filme 10 üzerinden puan vermeyeceğim. Çünkü Danzel, benim için çok başka bir oyuncu. Şimdiden iyi seyirler diliyorum.

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız / Millenium Serisi



Millenium kitap serisinin üçüncü kitabı olan "Arı Kovanına Çomak Sokan Kız" aynı zamanda serinin son kitabı. Son derece sürükleyici bir kurguya sahip bir seri olduğunu zaten başlarda da söylemiştim. Bitmesini istemeyeceksiniz o derece. Bu kitap da Lisbeth Salander'e çok bağlanacaksınız ama yapacak bir şey yok inanın. Belki de çok da başarılı olmayan sinema versiyonlarından bu kitapla tamamen soğuyacaksınız. Serinin en kalın kitabı sizi en az diğerleri kadar hoşnut edecek onun garantisini verebilirim. Larsson, sizi ikinci kitap da zirveye çıkardı ve bu kitap da olayların etkisini sindirebilmeniz için sizi dinlendirdiğini göreceksiniz. Özeliikle John Grisham kitaplarından aşina olduğumuz mahkeme bölümleri kitabın temeli diyebilirim. Bundan sonrasını size bırakıyorum. Konusal anlamda bir şey anlatamam çünkü "spoiler" vermek zorunda kalmak istemiyorum.

Ateşle Oynayan Kız / Millenium Serisi



Bu kitap da daha çok Lisbeth Salander karakterinin üzerine yoğunlaşılmış diyebilirim. Yani tekrar söylemek istiyorum. Lisbeth karakteri olağanüstü yazılmış bir karakter.
Konusal anlamda ise;
İsveç’teki kadın ticaretinin araştıran bir gazeteci ve konuyla ilgi tez hazırlayan sevgilisinin yanı sıra onlarla alakasız gibi görünen bir avukatın öldürülmesine ilişkin araştırmalarda Lisbeth’in parmak izine ulaşılması üzerine olaylar zinciri devam ediyor. Avukat Nils E. Bjurman, Lisbeth’in vasisidir ve İsveç’e irtica etmiş olan Rus babasından haberdardır. Kitabı okuyanların göreceği üzere Lisbeth’ten intikam almak için bir sebebi vardır ve babasına ulaşmaya çalışması öldürülmesine sebep olur.

Mikael, Lisbeth’in suçsuz olduğuna inanmaktadır ve konunun peşine düşmekten geri duramaz. Lisbeth’in düşmanları kadar dostları da vardır ve tabi ki kötü polisler ve iyi polisler de…


Bu kitap bir öncekine nazaran heyecanlı bir yerde bitiyor, çünkü kitabın sonunda Lisbeth’e hiç beklemediğimiz bir şey oluyor. Yine tek solukta okuyacağınız bu kitabın filmini izlemeyin diyerek cümlelerimi bitiriyorum.

5 Ağustos 2014 Salı

Ejderha Dövmeli Kız / Millenium Serisi


Öncelikle şunu söylemeliyim, serinin birincisi olan bu kitap bir yerden sonra o kadar hızlı akıyor ki, nasıl bittiğinin farkına varamıyorsunuz. Ve ilk kitap olduğundan bu kitabı anlayarak okumanızı tavsiye ederim. Diğer kitaplar için işiniz kolaylaşmış olur. Kitabı anlatacak olursam, asılsız bir iddia ile suçlanan Mikael Blomkvist, adını temize çıkartmak için elinden geleni yapmaya and içer. İsveç’in zengin endüstri patronları arasında yer alan Henrik Vanger ise, çok sevdiği ve uzun zamandır kayıp olan yeğeni Harriet’ın ortadan kaybolmasının ardındaki gerçeği aydınlatması için gazeteci Blomkvist'i görevlendirir. Başı zaten dertte olan gazeteci, yeğeninin ölümünden muhtemelen sorumlu olan ailenin malikanesine doğru yol alır. Yani katil, ailenin içerisinden ve gazeteci olan bu adam bunu çözmeye çalışacak.

Aynı zamanda devam eden olaylar akışında ise; 
Milton Güvenlik adına çalışan sıra dışı "hacker" Lisbeth Salander, Blomkvist’in geçmişini araştırmakla görevlendirilir. Yolları kesişen ikili geçmişten bugüne uzanan bir cinayetler zincirini çözmeye çalışırken, aralarında hassas bir güven köprüsü de oluşacaktır. Üç seride de Lisbeth Salander karakterine hayran kalacağınızı söylemek isterim. Yani yazar, süper bir karakter ortaya çıkarmış.

Son olarak söyleyeceğim şey ise, her zamanki gibi film uyarlaması berbat ötesi. Hatta farklı yapım şirketleri bu kadar berbatlık üzerine tekrar bir film bile çektiler. Şimdiden tek solukta okuyacağınız bu kitabın filmini şiddetle izlememenizi tavsiye ederek cümlelerimi sonlandırıyorum.

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Kanser Psikolojisi

Bugün benim için son derece önemli bir konuya değinmek istedim. Kanser hastalığının yaşattığı psikolojiyi en basitinden şöyle izah etmek istiyorum. Hastalığı öğrendiğinden itibaren "ölüm" temasını hayatından çıkaramayan birinin psikolojik olarak verdiği iç savaşı bir düşünün. Sonrasında ailesinin bu çöküntü karşısında ne yapması gerektiğini bilmediğini. İşte böyle bir durumda aldığı ilaçlar yüzünden saçları ve kaşları dökülen, zayıflayan birinin dış görüntüsüyle yargılanması oldukça acı verici bir durumdur. Zaten hayattan bir beklentisi kalmayan birinin, bu denli şeylerle çöküşe uğratılması toplumumuzun ayıbıdır. Bizim yapmamız gereken şu noktada, bu psikolojiyi yaşayan insanların gerçek anlamda yanında olabilmek. Onlarla gülebilmek. Onlarla ağlayabilmek. "Farklı olmadığının farkındayız" mesajını onlara hissettirmek. Hastalığın tedavisi "moral" ise, bu morali onlara vermek. Tabii ki bu psikoloji bu şekilde özetlenecek kadar kısa değil ama ben konuyu ana hatlarıyla vermeye çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur.